Giriş Yap

Firkete Hesabına Giriş Yap


Kadın Dostu Bir Şehir

Kadın dostu bir şehirTürkler'de bir adet vardır: Birisi öldüğünde ayakkabıları sokak kapısının önüne konulur. İsteyen, daha doğrusu ihtiyacı olanlar bu ayakkabıları alır. Dünyanın heryerinde olduğu gibi...

bizim şehrimizde de insanlar sık sık ölür. Ölenlerin hemen hepsi erkek sanki, nedense sokağa bırakılanlar hep erkek ayakkabıları oluyor. Sahiplerinden çok yaşayan bu ayakkabılar genellikle eprimiş, boyasız, kahverengi ya da siyah. Sayıları da genelilkle üç-beş çifti geçmiyor. Orta yaşı geçmiş kendi halinde bir erkek üç çift yıpranmış ayakkabıyla idare edebiliyor demek ki...

Oysa ben yarın ölüversem sokak kapısının önüne çıkarılacak ayakkabılarımın sayısı rahat rahat 30-40 çifti bulur herhalde. Hatta sırf bu yüzden, beni öldürmek isteyen birileri bile çıkabilir! Ayakkabılarımın bazıları yepyeni, giyilmek için sıralarını bekliyor. Yanyana dizildiklerindeyse benim hakkımda net bir fikir vermekten çok uzak olurlar sanırım: Morlar, sarılar, kırmızılar, ince topuklar, dümdüz babetler, siyah dağcı botları, spor ayakkabılar, yürüyüş ayakkabıları ve daha neler neler...

Bu tuhaf ayakkabı saplantımı Türkiye'nin en önemli kadın ve moda dergilerinden birinde çalışmama bağlayacak olanlar da çıkabilir elbet. Oysa gerçeği bir tek ben biliyorum: Yürürken önüme, daha doğrusu ayakkabılarıma bakmak zorunluluğu beni güzel ayakkabılar satın almaya mecbur ediyor. İstanbul'da yaşayan her kadın yürürken önüne (benim durumumda ayakkabılarına) bakması gerektiğini bilir. Yarım saniyelik istenmeyen bir göz temasının hayatının aksını kaydırabilme ihtimalinden de haberdardır çünkü. Ayrıca sokaklarda her zaman görünmez ve görünür tehlikeler mevcuttur, bu nedenle çantada da düz koşuya uygun bir çift ayakkabı bulundurulmalıdır.

İstanbul umulmadık bir zamanda karşınıza çıkıveren irili ufaklı yokuşları, yılankavi yolları, insanı aniden öksüz bırakan çıkmaz sokakları ve başına buyruk ölçüye gelmez kaldırımları yüzünden hiçbir zaman yürümeye uygun bir şehir olmadı gerçi ama şehrimizde yürümek giderek zorlaşıyor. Topuklu ayakkabıyı aklınıza bile getirmeyin! Hele de kulaklıklarla yürümeyi: Birisi arkadan saldırabilir, fark etmeyebilirsiniz. Kaldırıma çıkan bir araba korna çalabilir, duymayabilirsiniz. Erkek hayranlarınız hayale sığmayan laflar atabilir, kaçırabilirsiniz.

Sürekli önüne (artık biliyorsunuz, benim durumumda ayakkabılarıma) zorunluluğu bir yana; kaldırımları işgal eden arabalar, sırat köprüsüne dönen daracık aralıklar, çökmüş yollar, kapağı açık lögarlar ve yamuk yumuk ızgaralar şehri yürüyerek sevmemize izin vermiyor.

Ben bir şehrin ancak yürüyerek sevileceğini inananlardanım. Topuklarınız o şehrin kaldırımlarını dövmemişse o şehri asla tanıyamazsınız. Bu nedenle Amsterdam'ı, Viyana'yı, Berlin'i, Londra'yı, Milano'yu, Paris'i, Helsinki'yi, Zürih'i, İbiza'yı sokaklarını arşınlayarak, kaldırım kahvelerinde oturarak ve vitrinlerini yalayarak tanıdığıma çok memnunum. Kadın-erkek ayırt etmeden göz teması kurduğum -hafifçe selamlaştığım- ve incelediğim yüzler de favori hatıralarım arasında. Belki de bu yüzden Avrupalılık denilince aklıma hemen kadınlar ve sokaklar geliyor. Kadınlar ve sokaklar arasındaki bu tutkulu ilişkiyi diğer büyük aşklardan daha çok kıskanıyorum. Avrupa şehirleri bizim şehirlerimiz gibi kadınları kusmuyor, kucaklıyor. Bu sokaklar kadınları korkutmuyor, seviyor.

1 1 1 1 1 1 1 1 1 1

Yorum Yaz...