Giriş Yap

Firkete Hesabına Giriş Yap


Müzik ve Boğaziçi Medeniyeti

Ben, çoğu kez hep, Chopin, Dvorak, Debussy gibi bestecileri dinlemekten zevk aldım. Bu yüzden Ankara'da görevli olduğum yıllarda kızımı ilkokul öncesi günlerinde, iki yıl her cuma Cumhurbaşkanlığı Senfoni Orkestrası'nın konserlerine götürmeyi görev bildim. Bunun bir okul olacağını düşünüyordum; İstanbul'a atandığımızda da bu konserleri AKM'de izlemeye devam ettik. Radyo ve televizyonlarda insanları kalitesizliğe teşvik edip buna hızla alıştıran insana hiçbir şey katmadığı gibi onu hiçleştiren, niteliksiz ve içeriksiz anlam yoksunu sözlü müziklerin çalındığı bir ortamda, bugün yirmi yaşında olan kızım, kulağındaki volkmeninden bu tür işitsel ve görsel baskılara rağmen, Schubert dinleme istencini gösterebiliyorsa, bunu o günlerimize borçluyuz.
Geçmiş zaman müziğimizin tadı
Bense, bir geçmiş zaman müziğimizin tadını duyar olduğum şu günlerimi kim bilebilirdi ki, minicikken elinden tutup Cumhurbaşkanlığı konserlerine taşıdığım küçük kızıma borçlu olayım? Bundan beş yıl önce, onu o sıra Moskova Tanıtma Müşaviri olan babasının yanına gönderdim. Mazisine bağlı, kendi kültürü ile gururlu, görevli olduğu ülkelerin müzikseverlerine klasik Türk müziği sanatçılarına ait CD'leri armağan etmeyi misyon edinmiş eski Turizm ataşelerinden babası Nebi Yaşa Turan Tan'ın dinlediği müzikleri dinleyen kızım, Moskova dönüşlerinde bana Hacı Arif Bey'den ve Dede Efendi'den hicaz, nihavend şarkılar ve köçekçeler okudu. Yeni bir müziğin tadı da bende böylece başlamış oldu.
AKM'deki konserler
Dede Efendi'nin, Seyr-i gülşen edelim ey şivekâr'ı, Münir Nurettin Selçuk'un, 'Dönülmez Akşamı'nı, okuduğunda beni yüreğimden yakaladı. Anlaşılan, Ankara'dan sonra, Moskova ikinci okulu olmuştu. Bu kez Moskova'dan dönen eşim, beni, üç kış, üst üste Kültür Bakanlığı'nın İstanbul Devlet Klasik Türk Müziği Korosu'nun AKM'deki konserlerine taşıdı.
Üç kış hemen her pazar, saat 11.30'da salonda yerlerimizi aldık. Salonu, eskinin nağmelerini kendilerinde muhafazada kararlı, bu ritim ve biçemde insanlar doldurmaktaydı.
Orta yaşın üstündeki bu insanların yüzlerinde çeşitli sevinçler okunmaktaydı. İçlerinden yükselen bu sevinçlerinin, öteden beri kendilerinde var olan, ucundan yakalayıp sıkı sıkı tutundukları, ancak kendilerinde görülebilen hoş düş ve özlemlerinden mi, yoksa birazdan coşkularını dindireceğini umdukları konserden mi kaynaklandığı bilinmez! Koronun yer aldığı salon, kısmen (!) eskiden gelen bir terbiye ve saygı ile doluydu. Dinleyiciler, ses ve saz sanatçılarına pek özenli yaklaşmaktaydı; ses ve saz sanatçılarını, son sanatçı sahneden çıkıncaya kadar, ayakta alkışlama inceliği içindeydiler ki, bu bana şef Gürer Aykal'ın Ankara Cumhurbaşkanlığı konser salonunu dolduran dinleyicilerin, dünyanın klasik Batı müziği dinleyicileri arasında özel bir yerleri olduğuna ilişkin görüşlerini çağrıştırıyordu.
Sahnede, eski zamanları duyumsatan, kemanlar, viyolonseller, kemençeler, utlar, tanburlar çalınıyor, neyler üfleniyor, kadın erkek sanatçılar, Dede Efendi, Şevki Bey, Hacı Arif Bey'den, tanıtımında; 'hüzzam, buselik şuh, ağır semai, suz-i dil' yazılı, şarkılar okuyorlar, bu sırada salona bir eski İstanbul'un şiiri doluyordu: Çamlıca'nın, Boğaziçi'nin hafif iklimi yeğ yeğ vücudumuzu sarıyor, nazlı ve gösterişli İstanbul, ruhumuzu dolduruyordu.
Bir eski Fransız yazarı tadında Abdülhak Şinasi Hisar'ın mutlu dünyasına ait ne varsa hepsi bu salonda bir bir canlanıyor, kaybolan bir cennetin görkemli parıltıları salonda kelebekler gibi dolaşıyordu. Sazlar çalınıp şarkılar terennüm edilirken, ebediyen solan çiçekler, biten ömürler bir bir hatırlanmaktaydı.
Abdülhak Şinasi Hisar'ın cenneti
Sanki bu salonda, aristokrat eski İstanbul bayan ve bayları birbirleriyle ince ince seslenip söyleşiyordu. Salona, bugünün yoksulluğundan ya da çok parasından ötürü kabalaşmış günümüz insan ve görgüsüzlüğünden uzak, bir o kadar hoş yaşamların hayali yayılmaktaydı. Bu konserler, mazisine yabancı bizlere, 'Boğaziçi Mehtapları', 'Fahim Bey ve Biz' vb. gibi kitapları armağan eden Abdülhak Şinasi Hisar'ın, kaybolan cennetinden ve kendini ömrü boyunca içine hapsettiği 'Boğaziçi Medeniyeti'nden, tatlar sunmaktaydı.
Bu konserler, yazarın dediği gibi, yalı, köşk ve sarayların içinde yaşanan hayatı, geçmiş zaman insanları arasındaki münasebetleri, teşrifat, âdet ve gelenekleri işmar ediyordu.
Konserlerden aldığım tadı artık tanımlama mevkiindeydim: Çikolata, pasta, bonbon ve şekerlemeler ne kadar Batı ise, bu müzik ve konserler o kadar cevizli lokum tadındaydı...
1 1 1 1 1 1 1 1 1 1

Yorum Yaz...